KıbrısManşet

Savaşı yaşayan, savaş isteyemez (2)

Bakıyorum; nerede bir büyük savaş kışkırtıcısı varsa, emin olun, hayatında ne savaş gördü, ne de korku yaşadı...

Bugün 20 Temmuz…

Yazılarım internette…

Dünkü yazımı okumamışsanız, lütfen Gıynık Gazetesi’nden bulup okuyun, sonra buna başlarsınız…

-*-*-

Savaşı anlatıyorduk, aklımızda kaldığı kadarıyla…

20 Temmuz sabahı, “boooooom”, “booooooom” diye sesler geliyor çooook uzaktan derken, akşam üzerine doğru, annem beni ve benden bir buçuk yaş büyük ablamı kollarımızdan tuttuğu gibi, 100 metre kadar ileride, köyün belki de yarısının saklandığı eve götürüyor…

Bu esnada, hayatımda ilk kez, “av tüfeği” olmayan silahların seslerini işittiğimi hatırlıyorum…

Tak, tak…

Bazen de, tat ta ta ta tak!

Tek tek ve seri!

-*-*-

Savaştan en çok hatırladığım mı?

Çok şey hatırlıyorum ama en çok aklımda kalan, mütemadiyen işiyor olmak!

Hem de olduğunuz yere.

Hiç pozisyon değiştirmeden…

Bırak, gitsin…

Bre aman, bre zaman, pislik, iğrençlik!

Budur savaş istememek!

Çocuklar üzerilerine işemesin; korkudan!

-*-*-

Onlarca, Rumca bilen insana sordum, hepsi, “böyle bir kelime hiç duymadım” diyor ama sabaha doğru caminin mikrofonunda, “Allah-u Ekber, Allah- u Ekber” diyen rahmetlik Musa dayı veya Hacı Fahir Amca yok…

Kelime mi?

“Barahodides, barahodides”…

Annem o günlerde, “teslim olunuz” anlamına geldiğini söylemişti; benim hala rüyalarıma zaman zaman bu ses gelir…

“Barahodides!”…

-*-*-

Ve saklandığımız Abdullah dayının evinden çıkıyoruz…

Abdullah dayı; modacı kardeşim Abdullah Öztoprak’ın dedesi… Köyün efsane komutanlarından, merhum Hasan Abdullah’ın babası… Köyümüzün muhtarı merhum Niyazi efendinin (Öztoprak) ağabeyi…

Abdullah dayının gözleri görmüyordu…

Hepsini saygıyla anıyorum…

Derken okula doğru yürüyoruz…

Babam ve dayım da yanımıza geliyor.

Babamın elinde av tüfeği var, dayım silahsız…

Babam, av tüfeğini açık yani ortadan kırılmış omuzunda taşıyor, sonra Rum askerlere veriyor.

Onlar kamyonlara, biz ana yolun kenarına…

-*-*-

Üzerimize, olduğumuz yerde işemeye devam.

Haşlanmış ve gapsalis edilmiş tavuk kokuları ile kan ve barut kokusu arasına, sidik kokusu iyice yerleşiyor anlayacağınız.

Ve köyün erkekleri kamyonlarla götürülüyor.

Bizi de okulun üç odasına yerleştiriyorlar.

Merhumeler Güzin hocanımla Şerif hocanımı da saygıyla analım…

Bir kamyonetin arkasından Rum askeri bize çeyrek ekmek ve bolibif atıyor; karnımızı doyuruyoruz…

İngiltere, Türkiye, Avrupa, Rusya’da onlarca kaliteli restoranda yemekler tattım; o ekmekten ve o bolobiften daha kaliteli hiç bir yemek tatmış değilim.

-*-*-

Derken, uçak sesi…

İlk kez bu büyüklükte bir gürültü…

Savaş uçağı…

Uzatsak elimizi tutacağız mesafesinden geçiyorlar…

Bombalar, gürültü, duman, koku!

Yanan bir otobüs!

Ve bir kamyon üzerinden bize doğru ateş açan bazı kişiler…

Belki bir dakika, belki 10 dakika.

Bilemem, üzerimde annem… Ve hemen ayaklarımın üzerinde Eşref teyze… O da Abdullah dayının kızı… Mustafa beyin karısı… Eğitimci ve komutan Mustafa Erçika… 13 kişi ölüyor olduğumuz odada… Eşref hanım, ya da Eşref teyze de vuruluyor… Ve hala tekerlekli sandalyesinde… ellerinden öpüyorum; O’nun da eşinin de…

-*-*-

Yaralılar…

Karnından sarkan bağırsaklarını eliyle tutmaya çalışan, Gaziverenli olmayan esmer tenli bir çocuk hatırlıyorum…

Süleyman Sekmen, Ahmet Farisoğlu, Erkin Farisoğlu ve Öcal Oluşum’u da…

En çok onlar var aklımda…

Süleyman Londra’da.

Ahmet Birmingham’daydı döndü.

Öcal Avustralya’da…

Öcal’ın babası, 1964 şehidi…

Hani, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz anneciği; o ünlü ağlayan kadın fotoğrafındaki kadındı…

Allah rahmet eylesin…

-*-*-

Derken hayatta kalanları evlere gönderiyorlar…

Hastalanıyorum.

Pislikten olsa gerek…

Altan üstten su kaybediyoruz…

Affedersiniz, kusuyorum, mıçıyorum…

-*-*-

Niyazi bey, yani muhtarımız, köyde otomobili olan Mustafa Büyüksalih amcayı (Dr. Burhan Nalbantoğlu Hastanesi Başhekim Yardımcısı Dr. Sonuç kardeşimin babası) ayarlıyor…

Dönemin Omorfo Belediye Başkanı, Niyazi beyle çok arkadaş; rica ediyor… (Sonradan öğreniyoruz bu olayı)…

Bir de Nigidalı (Güneşköylü) Rum asker Andreas ve annem, arabayla önce Pendaya’ya (Yeşilyurt) gidiyoruz. “İngiliz doktor bizi hastaneye almadı” demişti rahmetlik Mustafa dayı… Allah rahmet eylesin O’nu da…

Ve Omorfo’da bugünkü sağlık merkezinin oraya gittiğimizi hatırlıyorum.

Yerlerde sedyeler üzerinde inleyen yaralılar hatırlıyorum sadece.

Ve bana, serum veren hemşirenin o koşullardaki gülümseyişini.

Ölmüyoruz…

Ertesi sabah eve dönüyoruz…

-*-*-

25 gün esirlik sürecinde, Andreas adlı o askerden tavla oynamasını öğreniyorum…

Okulun yanında nöbet beklerken, bizimle tavla oynuyordu…

Genç biriydi herhalde…

-*-*-

Ve 16 Ağustos’a kadar, köydeki beş – on Rum asker ya da milisle birlikte kalıyoruz…

Sonra, bir sabah, Türk Ordusu geliyor…

Okulun avlusunda, elleri arkadan bağlı, kovadan su içirilen Rum askerleri hatırlıyorum…

Daha hatırladıklarım var elbette ama uzatmanın anlamı yok…

Eylül’ün ortası mıydı, sonu muydu, Lefkoşa’da esir değişimiyle babam ve dayım geliyor…

Ama öncesinde, bizim Yeşilırmak’a gidişimiz de var…

-*-*-

Savaş kışkırtıcısı olmak!

Gülüyorum…

Bakıyorum; nerede bir büyük savaş kışkırtıcısı varsa, emin olun, hayatında ne savaş gördü, ne de korku yaşadı…

Çünkü savaşı yaşadık…

53 yaşındayım…

Gösteri maksatlı savaş uçaklarının sesi bile beni öldürebilir mesela…

Etrafımdaki herkesin öleceği geliyor aklıma o sesi işitir işitmez.

“Şimdi bizi vuracaklar; Eşref hanım düşüp üzerimde kalacak” geliyor aklıma…

-*-*-

Lütfen barış…

İnadına barış…

İnadına çözüm…

Savaşı yaşayan, savaşı isteyemez ki!

Diğer Haberler

Başa dön tuşu