KıbrısManşet

Tülbentçi: “İstikrar çok önemli”

Başbakan Danışmanı Doç. Dr. Tuğşad Tülbentçi istikrar konusunda halkı bilgilendirdi..

Başbakan danışmanı Doç. Dr. Tuğşad Tülbentçi İstikrar konusunda halkı bilgilendirdi..

Tuğşad Tülbentçi’nin açıklaması söyle:

İstikrar çok önemli. Ne yaparsanız yapın ne işle isterseniz uğraşın, istikrar her zaman, er ya da geç başarıyı getirir, olumlu sonuç verir. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre, en yalın anlatımı ile istikrar, “ayni kararda, biçimde sürme, kararlılık, stabilizasyon” olarak tanımlanmıştır. Yani iyi durumun devamlılığı, mevcut durumda kararlılığın sürdürülmesi, istikrarı getiriyor. İstikrar da başarıyı…

Özellikle ülke ve devlet yönetimlerinde söz sahibi olan kurum ve kuruluşlarda, hükümetlerde ve iktidarlarda istikrar, her yönde ülke geleceğine, bekasına, gençliğine, eğitimine, sağlığına, bayındırlığına, ekonomisine, turizmine, tarımına, çalışma hayatına ve maliyesine olumlu olarak etki etmektedir. Yani bu durum, kısacası şu demek; yerli ve yabancı kaynaklı yatırımcılar, ülkedeki siyasi istikrarın sonucunda oluşan olumluekonomik ortama güvenerek, yatırımlarını buraya daha rahat yönlendirirler. Peki böyle bir ortamda yapılan yatırım ne demek? Yatırım, ekonomik ve sosyal refah demek, yatırım istihdam demek. İstihdam ne demek? İstihdam ülkenin ekonomik ve sosyolojik gelişimi demek, bu konulardaki kırılganlığın ortadan kalkması ve/veya azalması demek, daha huzurlu bir toplum demek. Yani işin özü şu. Siyasi istikrar; ekonomik istikrar ve buna bağlı olumlu değişim ve gelişimler demek. Bir ülkenin ekonomik açıdan güçlü olması ne demek? İnanın, “her şey” demek. Toplum ile hükümet nezdinde devletin “barışık” olması demek. Toplumsal barış demek. Hastane demek, yol demek, okul demek, yerel ve merkezi yönetimlerin daha rahat yatırım yapabilmesi demek. Hizmetlerin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesi demek…Hak demek, adalet demek, kalkınma demek, tekâmül demek…

Özelde ülkemiz, genelde birçok ülke, özellikle ekonomik anlamda oldukça zor günlerden geçmekte. Diyebiliriz ki, bu ekonomik daralma, aslında tüm dünyada hissedilmekte bu aralar. Malumunuz, tüm dünyayı özellikle tahıl ve enerji kaynakları açısından olumsuz etkileyen bir savaş yaşanıyor. Yaşanan pahalılıkta, fiyatların şişmesinde ve/veya şişirilmesinde, bu savaşın da olumsuz etkisi var elbette. Ayrıca, birkaç yıldır hayatımızın her anında hissettiğimiz “pandemi” de, tüm dünya ülkelerinin ekonomisini ve psikolojisini bozdu. Bizim de fiziki sağlığımız haricinde, ruh sağlığımızı da çok olumsuz etkiledi. Tüm bunları üst üstte koyunca, “fatura” ağırlaşıyor. Öyle ki, bu fatura neredeyse süper devletler de dahil olmak üzere herkese “ağır” gelirken, bizim gibi kıt kaynaklarla “hayatını” idame ettirmeye çalışan ülkeler için “çok daha ağır” olabiliyor ve hissediliyor. “Satın alabilme gücümüz” ve ekonomik verilerimiz, Birleşmiş Milletler listesinde neredeyse yer almıyor bile. Yanı başımızdaki Anavatan Türkiye de tüm bu olumsuz şartlardan elbette ki payına düşeni almıştır. Malum “o” hapşırsa, “biz” nezle oluyoruz. Ekonomik bağımlılığımız devam ettikçe, böyle olmaya devam edecek. Çünkü kendi paramız gibi görsek de aslında Anavatan Türkiye’nin resmi parasını kullanıyoruz. Ekonomimiz, Anavatan’ın katkıları olmadan ayakta duramıyor. Hoş, pek de ayakta durur gibi bir hali de yok. Ama yatırımlarımıza ve bütçemize yaptığı katkıdan dolayı, Anavatan’a olan bağımlılığımız, oldukça yüksek oranda. Milli savunmamız da Türkiye’ye emanet. O yüzden Anavatan Türkiye’deki her türlü ekonomik gelişmelerden, biz de fazlasıyla etkileniyoruz. Nerdeyse ekonomik ilişki ve iletişimimizin olduğu “tek ülke”. Tek-tük örneklerin haricinde, “ihracat yapabildiğimiz” başka bir ülke yok. Yaptığımız ihracatın hacmi de tartışılır, o ayrıbir mesele. Yani bir ülkeye ekonomik refah getirecek seviyede değil. Belki başka ülkeleri de bu listeye ekleyebilsek, motivasyonumuz da artar, ihracat hacmimiz de. Bir ülkede ithalat-ihracat farkı bizde olduğu gibi bu kadar büyük olursa, ekonomi zor düzelir. Ama bizim üretim kaynaklarımız da üretim imkanlarımız da maalesef kısıtlı. Bunlara bir de ülkenin “tanınmamışlığı”eklenince, fatura “çok daha da” ağırlaştırıyor. Tüm bunların üzerine bir de “siyasi istikrarsızlık” koyarsanız, “tadından yenmez”. Ekonomik refah ve satın alma paritesi açısından dünyada olmayı arzu ettiğimiz listedeki sıralama yerine, “siyasi istikrarsızlık” olarak liste başlarındayız. Yani kısacası; keşke “siyasi istikrarsızlık” yerine “ekonomik refah” açısından, GSMH açısından, ekonomik istikrar açısından, yatırıma uygun ortam olabilme açısından, listelerin üstlerinde olabilseydik. Elbette ki nüfus hacmi ve demografik veriler de önemli. Peki biz ekonomik olarak “arzulanan” yerde olabilmek için, hükümetler nezdinde devlet olarak, toplum olarak ve bireysel olarak üzerimize düşeni yaptık mı? Maalesef koskocaman bir HAYIR. Çok fazla rakam telaffuz etmek istemem ama kuruluşundan bu yana yani 1983’ten beri,nerdeyse 40 yıl oluyor, tam 29 farklı hükümet kuruldu. Yani 39 yılda 29 hükümet…Bu bir dünya rekoru olabilir. Öyle midir tam olarak bilmiyorum ama mutlaka en güçlü adaylardan biri olur. Hükümetlerimizin “ortalama” görev süreleri 1,34 yıl. Yani 1,5 yıl bile değil. Böyle bir aritmetik ile, “siyasi istikrarın” lafı bile olamaz. Ekonomik istikrarı yakalama ve satın alma gücünü geliştirene gelene kadar, atı alan Üsküdar’ı geçer. Nitekim geçti bile. Her geçen gün dünya ortalaması ile aramızda açılan makas, “bu kafayla” daha da aleyhimize olacak şekilde açılmaya devam eder. Bu, işin devlet ve devlette devamlılık tarafı.

Bir de işin toplumsal boyutu var tabii. Şimdi devlet, vatandaşına karşı olan tüm görevlerini yerine getirdi de iş topluma mı kaldı? Elbette hayır. Zaten yukarıda kısaca yazdım devletimizin ekonomik ve siyasi istikrar “istatistiklerini”. Peki ya toplumsal ya da bireysel davranışlarımız, istikrarı hak edecek yönde miydi? Ona da HAYIR. Diyebilirsiniz böyle imama böyle cemaat. Eyvallah, çok haklısınız. Ama biz de toplum olarak az daha derli toplu, duyarlı, istikrara yol veren (ki tüm siyasileri de biz seçiyoruz), her şeyi devletten beklemeyen, seçim zamanları oğlunu, kızını, eşini dostunu işe alana oy veririm demeyen, devlet kapısında “oluru olmayan” işini yapmayanların karşısındaki rakip siyasi partiye geçmeyen, “oy” unu “silah” gibi kullanmayan, kişisel çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne koymayan, sendikal anlayışı kişisel seviyeye indirgemeyen ve yanlış yorumlamayan, siyasal örgütleşmeyi toplumsal çıkarlar yönünde çalıştırmayı tercih edebilen bir toplum olabilseydik; en azından, anitibarıyla geçerli olan parametreler değişmemiş bile olsa, şu an bulunduğumuz noktadan en azından “bir arpa boyu” da olsa, daha ilerde olamaz mıydık? Olurduk sanırım. Ama biz toplum olarak ne yaptık? Ne yaptığımızı tam bilip anlayamasam da toplumsal huzur ve refahın sağlanması için yapılması gereken ne varsa, pek yapmadık.

Peki… Bunca yıl çok zor şartlardan geçen, her türlü zulümden geçmiş, toplu katliamlar yaşamış, fakirliği, yokluğu, yoksulluğun dibini görmüş, özgürlüğünden ve devletinden hiç taviz vermemiş, geri adım atmamış bir topluma, bu yaşadıkları ve yaşatılanlar, reva mıdır? HAYIR tabii ki. Esasta bunlar, “insan” olan kimseye reva değildir.

Ada ülkesi olmak, bazen avantaj genelde de dezavantajları içinde barındırır. Biz ne yazık ki, ada ülkesi olmanın avantajlarından faydalanmazken, dezavantajlarını sonuna kadar yaşayıp hissediyoruz. Tarihi zenginliklerle dolu, dünyanın gözünün siyasi ve coğrafik olarak üzerinde olduğu, başkenti “bölünmüş” tek başkent olan, bir yarısı Avrupa Birliğinde iken diğer yarısının ise “tanınmamış” olması kadar da ilginç olan, üzerinde tarihten gelen birçok uygarlığın mozaik oluşturduğu bir kültür ve kültürel mirasları olan bir ülke ve bu ülkede yaşayan bir toplum, gerçekte böyle mi anılmalı? Gerçekten çok yazık… Çok!

 

Doç. Dr. Tuğşad Tülbentçi

Diğer Haberler

Başa dön tuşu