
Günün bir noktasında hepimiz elimizi telefona uzatıyoruz.
Biraz bakıp çıkacağız derken kendimizi başkalarının hayatlarının içinde buluyoruz.
Birinin doğum günü kutlaması, diğerinin tatil fotoğrafı, kahve yanında bir gülümseme…
Ve bazen içimizden şu düşünce geçiyor:
“Benim hayatım neden bu kadar sıradan?”
Oysa o an paylaşılan kare, bir anlıktır.
Bir gülümseme, bir açı, belki de birkaç denemeden sonra seçilmiş bir fotoğraf.
Ama bizim zihnimiz o kareyi “gerçek” gibi algılar.
Kendimizi farkında olmadan karşılaştırmaya başlarız.
Ve fark etmeden kendi hayatımız, o görüntülerin gölgesinde sönükleşir.
Sosyal medyada gördüğümüz şey aslında insanların “anlatmayı seçtikleri” hayattır.
Kimse kötü gününü, çaresizliğini ya da ağladığı anı paylaşmak istemez.
Bu çok anlaşılır.
Ama biz o görünmeyen tarafı unuttuğumuzda, sahici bir kıyasın içine düşeriz.
Bazen danışanlar şöyle der:
“Fotoğraflarda mutluyum ama kendimi öyle hissetmiyorum.”
Aslında bu cümlede büyük bir içtenlik vardır.
Çünkü hepimiz zaman zaman öyle hissederiz.
Bazen gülümseriz ama içimizde bir şey eksiktir.
O eksiklik bir “sorun” değil, sadece insan olmanın halidir. Sürekli mutluluk diye bir şey yoktur.
Sosyal medya, bir vitrin gibi çalışır.
Orada olduğumuz hâlimiz, aslında bütün hikâyemiz değildir.
Ama biz bazen vitrini gerçeğin kendisi sanırız.
Oysa mutluluk, fotoğraflarda değil; çoğu zaman paylaşmadığımız küçük anlardadır.
Bir dostla yapılan sohbet, bir yürüyüş, bir sessizlik anı…
Paylaşılmadığı için eksik değil, belki de o yüzden gerçektir.
Mutluluk, gösterilmek için değil, hissedilmek içindir.
Ama bazen “görünmek” isteği, “yaşamak” isteğinin önüne geçer.
Belki de en gerçek mutluluk,
hiç kimseye göstermeden yaşadığımız andadır.






































