EkonomiManşetTürkiye

Ekonomist Tükel: Türkiye, ekonomik ve mali istikrar için Euro’ya geçmeli

Türkiye’de Maliye Bakanlığı‘na bağlı Bilgi İşlem, İstatistik ve Ekonomiyi İzleme eski Genel Müdürü Ekonomist Haluk Tükel, Türkiye’nin Euro’ya geçmesi gerektiğini söyleyerek, Avrupa Birliği’nde (AB) olmamasına rağmen Euro kullanan ülkeleri örnek gösterdi.

Tükel, T24‘deki köşesinde konuyla ilgili şunları yazdı:

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılının başında stratejik projesi, Türk Lirası’ndan “Euro”ya geçmek olmalıdır… Daha evvel bu konuda yapılan önerilere kuşkuyla bakmama rağmen son yaşadığımız faiz, kur ve enflasyon krizinde para politikasının rasyonalite boyutunu yitirmesi, görüşümün radikal bir şekilde değişmesine neden oldu… AB üyelik sürecinde ilerlerken, tam üyeliği beklemeden Euro’yu benimsemek için bir stratejimizin olması gerekir. Monaco, San Marino, Vatikan ve Andorra gibi bazı küçük ülkeler, AB’ye üye olmamalarına rağmen Euro kullanıyor.

Lise sıralarında yazları cep harçlığı için Galatasaray Liseli abimiz, müteveffa iyi insan -toprağı bol olsun- Alber Yenni‘nin ışıklı reklam fabrikasında çalışırdım. Bana şöyle bir öğüdü olmuştu: “Paranın hayatta hiç önemi yoktur, ama parayı dikkatli kullanmazsan senden intikam alır!” Türkiye’nin niçin (somut getirisi açısından ekonomik istikrar) ve neden (sonuca etkisi açısından ekonomik kalkınma) artık Euro’yu benimsemesi gerektiği konusunda yazıya başlarken aklıma mentorum Alber Yenni’nin bu öğüdü geldi. Ruhu şad olsun.

TL’nin intikamı acı oldu; şişeye hapsettiğimizi düşündüğümüz enflasyon cini şişeden çıktı!
Söze şöyle başlamak istiyorum: Türkiye’de siyasiler TL’yi öyle istismar ettiler ve değerini öyle düşürdüler ki, defolu ve kalitesiz bir mal haline gelen TL şimdi bizden intikam alıyor. Refah düzeyimiz geriledi, mal ve hizmetlerin fiyatları hakkında fikrimiz yok, elde tutsak hızla değer yitiriyor, elimizi yakıyor bir an evvel kurtulalım diyoruz. Üstelik geçmişte başımıza gelenlerden de ders çıkarmıyoruz… Yarım asırda -2004-2016 arası 12 yıl hariç- kaç kere kriz, kaç kere enflasyon, kaç kere IMF Stand-By Anlaşması yaşadık[1]… 70 sente, 1 dolara muhtaç ola ola yıllar geçti, sonunda gene başlangıç noktasına döndük! İstisna olarak 2004-2016 arası başarının sırrının da, AB üyelik süreci ve AB’ye uyum reformlarının getirdiği yaklaşık kümülatif 500 milyar dolarlık yatırım, portföy ve diğer sermaye girişlerinde olduğunu hepimiz biliyoruz.

Türkiye ne kadar kötü yönetilse de jeopolitik açıdan 1856’dan beri bir “Avrupa gücü”.

Osmanlı İmparatorluğu, 1853-56 Kırım Savaşı sonrasında yapılan 1856 Paris Barış Antlaşması’yla bir Avrupa devleti olarak kabul gördü[2]. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı nihayetinde oluşan yeni jeopolitik şekillenme sırasında, 1878 Berlin Barış Anlaşması’yla “Avrupa Güç Dengeleri” (Concert of Europe)[3] içerisinde yerini aldı.

Cumhuriyet kurulana kadar bu dengelerde ileri geri oynamalar oldu. 1923 Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasını, 1856 Paris Barış Anlaşması’yla 1878 Berlin Barış Antlaşması’nın devamı, jeopolitik hareketliliğe bizim açımızdan son noktanın konulduğu ve Cumhuriyet’in kurulduğu nihai aşama olarak yorumlamamız mümkün.

Yeni bir “Cumhuriyet”iz, ama konumumuza “Avrupa güç dengeleri” açısından bakıldığında eski bir “Avrupa gücü”yüz!

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, dünya jeopolitik olarak yeniden şekillendi ve NATO ve Ortak Pazar aracılığıyla Türkiye “Avrupa güç dengeleri” arasında tekrar yerini aldı ve düşe kalka bugünlere geldik. İyi durumdayız: NATO üyesiyiz, AB’ye Katılım Ortaklığı Anlaşması’yla bağlıyız.

“Avrupa gücü” olarak kabul görmemiz, bizi 2005 yılında katılım müzakerelerinin başlamasıyla AB’ye tam üyeliğin eşiğine kadar getirdi. İçeri giremedik. Çünkü Sovyet Rusya’nın 1991’de çöküşüyle başlayan süreçte Doğu Avrupa ülkelerine verilen öncelik ve 2009 dünya mali krizinin oluşturduğu yeni jeopolitik dengeler sonucunda, AB içerisinde hedeflediğimiz ve hak ettiğimiz yeri bulamadık.

Ama hayat devam ediyor. Şimdi, 2022 Rusya’nın Ukrayna’yı İşgal Savaşı, bize NATO üyesi olarak, yeni fırsatlar sunuyor. Bu jeopolitik gelişmeleri değerlendirirken, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın, özünde, Osmanlı-Fransız-İngiliz-İtalyan kuvvetlerinin 680 bin kişilik ve küresel lojistik destekli bir askeri güçle, beraberce Rusya’ya karşı savaştığı 1853-1856 Kırım Savaşı’nın bir tekrarı olduğunu aklımızdan çıkarmamamızda fayda var. Yeni jeopolitik şekillenme bu savaşın gidişatına göre gerçekleşecek.

Geldiğimiz noktada, performansımızın çok da olumsuz olduğunu söylemek doğru olmaz. Ekonomik ve mali istikrarı sürekli kılamamakla birlikte, coğrafi ve demografik gücümüz, güçlü bir sanayimiz, 900 milyar dolar GSYH’miz ve 250 milyar dolar ihracatımız var. Hiç de fena değil…

“Gümrük Birliği”nden “Tek Pazar”a, oradan da “Tek Para”ya doğru hareketlenmemiz lazım.

AB’nin işleyişi mal, hizmet, sermaye ve işgücünün serbest dolaşımına dayalı. “Tek Pazar” ve “Tek Para” Avrupa ekonomik entegrasyonunun önemli iki ayağı…Tek Pazar konusunda Gümrük Birliği ile epey yol aldık, eksiklerimiz var. Tamamlarız. Gümrük Birliği’nin güncellenmesi belgesi tarım ve hizmet sektörünü de kapsıyor. Ayrıca, dijital para gelişmeleri ve Gümrük Birliği’nin AB’nin dijital ve yeşil dönüşüm gündemine uygun olarak yenilenmesi zaten gündemimizde… Avrupa entegrasyon sistemi de kendi hızında ilerliyor. Şimdi “Tek Para” konusuna el atmamızın tam zamanı… Bunun için tam üyeliğin gerçekleşmesini ve Maastricht[4] kriterlerine uyumu beklemeden nasıl yol alabileceğimizin arayışında olmamız gerekiyor.

Türk halkı bu konuda zaten kararını vermiş durumda. Kriz öncesinde mevduat bankaları kredilerinin yüzde 30’u, mevduatının yüzde 50’si yabancı para cinsindendi.[5] Kriz ortamında idari karar ve zorlamalarla bu paylarda 10 puanlık bir gerileme oldu. Ama bu, mudilerin veya kredi talebinde bulunan kullanıcıların rasyonel ekonomik davranışlarının bir sonucu değil. İdari zorlamaların (KKM’yle birlikte mevduatta yabancı para oranı yüzde 69) ve tayınlamalar yoluyla (döviz cinsinden kredi kısıtı) getirilen işlem kısıtlamalarının bir sonucu…

Mesele siyasilerin kararında… Şu anda yüksek enflasyon, düşük faiz ve sürekli değer kaybeden TL’den kaçış ortamında, idari ve kısıtlayıcı yöntemlerle döviz talebini caydırmayı, TL talebini artırmayı hedefleyen, olumsuz enflasyonist hedef ve beklentilerin ışığında ölü doğduğunu söyleyebileceğimiz bir “Liralaşma” stratejisiyle vakit kaybediyoruz. Halbuki TL cinsinden devlet kâğıdına talep olmadığı için, devlet bile iç borçlanmasını giderek daha fazla dövizle yapıyor noktaya geldi.[6]

Çözüm, AB üyesi olmamamıza rağmen Euro’yu benimsemek için bir stratejimizin olması.

Çözüm öncelikle acı gerçekleri reddetmekle değil, onları kabul etmekle başlar. Görünüş o ki, TL’yi ekonomik işlevlerini iyi bir şekilde yerine getirebilmesi için güvenli ve değerli bir para birimi haline getirmekte zorlanıyoruz. TL’nin tarihi bunu gösteriyor. Parayı yönetmenin altyapısı olan Hazine-Merkez Bankası-Maliye Bakanlığı üçlü kurumsal yapıda siyaset üstü bir anlayış benimseyemiyoruz.[7] Oysa devlet olmanın 3 göstergesi vardır: Para, ordu ve diplomasi…Ordu ve diplomasi, NATO içerisinde üyeler arasındaki iş birliği ve dayanışma sayesinde kurumun ilkeleri ve kuralları çerçevesinde başarılı bir şekilde yürütülüyor, ama para konusunda devamlı sınıfta kalan bir öğrenci görünümündeyiz.

Özetle, hiçbir komplekse girmeden salt ekonomik ve mali istikrarı sağlamak amacıyla ülkemizde Euro kullanımını teşvik etmeliyiz. Daha evvel bu konuda yapılan önerilere kuşkuyla bakmama rağmen[8] son yaşadığımız faiz, kur ve enflasyon krizinde para politikasının rasyonalite boyutunu yitirmesi görüşümün radikal bir şekilde değişmesine neden oldu. Kanımca, bundan böyle mali sisteme tüketicinin, yatırımcının, tasarrufçunun güvenini tekrar kazanmak açısından Euro, TL’ye paralel olarak, fiyatlamada ve ödemelerde serbestçe kullanılmalıdır. Ücretlerin TL olarak ödendiği bir Türkiye’de TL’nin bütünüyle Euro tarafından ikame edilmesine neden olacağını düşünmek doğru olmayacaktır. Buna karşılık, tüketici veya üretici, satın aldığı mal için yapacağı ödemeyi, alıcı olarak Euro cinsinden kendi A Bankası’ndaki Euro hesabından, satıcının B Bankası’ndaki Euro hesabına anında -EFT/TL ödemelerinde olduğu gibi- işlem başına çok küçük bir ücretle- gerçekleştirebilmelidir. Diğer bir deyişle, ben manavdan aldığım 1 kg domatesi, kendi bankamdaki Euro hesabımdan manavın bankasındaki Euro hesabına ihmal edilebilir bir maliyetle anında aktarabilmeliyim.

Bunun altyapısı Merkez Bankası’nda EFT-TL yanında bir de EFT-Euro elektronik fon sisteminin (Turkish Interbank Euro Clearing and Settlement) gerçekleştirilmesidir. Bu önerinin, ödeme sistemlerinde “Digital TL” ve “Digital Euro”nun yolda olduğu ve ödemelerde kâğıt para kullanımının neredeyse tümüyle devreden çıkacağı bir ortamda ütopik olarak görülmesi doğru olmaz.

Gümrük Birliği için nasıl AB Komisyonu’ndan teknik destek aldıysak, Merkez Bankası’nda “Euro Takas ve Mutabakat Sistemi”nin tesisi için Avrupa Merkez Bankası’ndan işleyiş kurallarıyla ilgili destek alınabilir.

Türk ekonomisine istikrar getirmek kararında olduğumuzun en iyi göstergesi, Euro kâğıt para kullanımını da ileri bir tarihte mümkün kılmak açısından “Tek Para” entegrasyon sürecine katılmak istediğimizin beyanıyla olabilir. AB üyelik sürecinde ilerlerken, tam üyeliği beklemeden Euro’yu benimsemek için bir stratejimizin olması gerekir. Monaco, San Marino, Vatikan ve Andorra gibi bazı küçük ülkeler, AB’ye üye olmamalarına rağmen Euro kullanıyorlar.[9] AB’nin bu ülkelerle yaptığı anlaşmalar -teknik olarak- yol gösterici olabilir. Ayrıca, Euro’yu benimseyen son ülke olan Hırvatistan’ın Euro’ya geçiş projesinden hareketle konuyu düşünmeye başlayabiliriz.[10]

Şüphesiz Euro’yu benimseme fikrine eleştiriler olacaktır.

Ulusal egemenlik kavramına, ne kadar hayali olsa da duygusal olarak çok bağlı bir millet olarak Euro’nun ulusal paramızın yanı sıra paralel para birimi[11] olarak benimsenmesi tepki yaratabilecektir. Ancak, ekonomimizin sürekli yaşadığı krizler ve özellikle bu son krizde Arjantin’le dünyada en kötü ikiye girmemiz, nedense, bu duygusallıkları hiç harekete geçirmiyor.

Ülkemizde, partiler üstü bir anlayışla enflasyonu AB hedefi olan yüzde 2 seviyesinde tutabilecek para politikasını işletebileceğimize hâlâ inanan siyasetçiler olabilir. Nitekim, Türkiye koşullarında para politikası kaldıracını iki nedenle muhafaza etmek isteyebilirler:

Büyük ekonomik sarsıntılar karşısında, uluslararası stabilizasyon sisteminin eski gücüne sahip olmadığı bir ortamda, yerli ve milli çözümleri gündemde tutabilmek.
Ciddi ve kalıcı olarak reel faiz düzeyinde yanlış ayarlama durumlarıyla karşı karşıya kalınırsa (bu riskle sorumsuz para politikaları nedeniyle sık sık karşılaşıyoruz) tek araç olarak -deflasyondan kaçmak, yani ücret ve fiyatları nominal olarak düşürmemek amacıyla- devalüasyon silahını elde tutabilmek.
Bu eleştirilerde elbette haklılık boyutu vardır, ama bu ekonomik anlayışın devam etmesi, bizi daha çağdaş toplum ve daha yüksek refah hedeflerimizden alıkoymaya devam edecektir. Sanayimizin de küresel rekabet gücünü uzun vadede olumsuz etkileyecektir.

Kaldı ki, bugün Euro Bölgesi içerisinde işleyen “Tek Para” sistemine rağmen, üye ülkeler, farklı vergi sistemleri kullanarak kendi ülkelerindeki ulusal öncelikleri yönlendirme kabiliyetlerini ellerinde tutuyorlar. Devlet olmanın önemli bir boyutu da vergi koyma gücü ve Avrupa devletleri bu gücü kullanmaya devam ediyorlar.

Cumhuriyetin ikinci yüzyılının projesi: Ekonomik ve mali istikrar için Euro

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılının başında stratejik projesi, Türk Lirası’ndan “Euro” ya geçmek olmalıdır. Mustafa Kemal Atatürk‘ün, 1923 yılında Fransız gazeteci Maurice Pernot’ya şu yaşamsal tespitte bulunduğunu hatırlamak ve hatırlatmakta fayda görüyoruz.[12]

“Amacımız(..) bizi başka milletlere bağlayan bağları geliştirmektir. Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesi, Batıya karşı elde ettiği zaferleri müteakip kendisini Avrupa milletlerine bağlayan bağları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bu hatayı tekrar etmeyeceğiz”

 

Diğer Haberler

Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu